Yıl 1991’di.
Gündüzleri herkes sokakta olurdu, dükkân önlerinin boş alanları adeta park işlevi görürdü.
Sütçüsü, yoğurtçusu, terlikçisi, simitçisi, eskicisi, allı ballı satanı, herkes caddede gezinirdi, bir pazar, bir panayır atmosferiydi.
Sezen Aksu’nun ‘hadi bakalım kolay gelsin’ şarkısı Anavatan Partisi’nin seçim şarkısı haline getirilmişti. Caddede mekik dokuyan parti arabası sayesinde mahalleli kerhen şarkıyı ezberlemişti.
Beşiktaş da şampiyon olmuştu; pencerelere, balkonlara, hatta iki bina aralarına bayrakları asılmıştı.
Bu curcuna içerisinde henüz 6 yaşımı bile doldurmamışken okula başlamıştım. Üstelik başlangıçta yaşım küçük olduğu için kaydımı gerçekleştirmeyen okul idaresi, dersler başladıktan bir hafta sonra onayladığı için okula bir hafta gecikmeli başlamıştım.
Çantamın boş olmasından ötürü sınıf arkadaşlarım tarafından alaycı konuşmalara maruz kalmak, müstehzi gülüşmelerini görmek üzüntü vericiydi. Yoksul olduğumu küçük dünyamın yavaş yavaş genişlemesiyle idrak ediyordum veya idrak ettiriliyordum.
Sınıfımızın bulunduğu koridorun sonunda özel eğitim kapsamında ders alan zihinsel engelli öğrenciler vardı, yaşça bizlerden çok büyüklerdi, sağı solu belli olmadıkları için hepimiz onlardan korkardık. Bir gün onlardan birinden kaçarken iki duvarın birleştiği sivri kısma yüzüm çarptı ve kaşımın bittiği noktada bir yarık oluştu.
Kan revan içerisinde olmama rağmen nöbetçi öğrenci nezaretinde evime götürüldüm. Evden de hastaneye götürülmediğim için yüzümde derin bir iz bıraktı.
Dersler fişler, fasulyeler, çubuklar, çizgiler şeklinde ilerlerken 10 Aralık tarihine gelindiğinde ilk kez doğum günüm kutlandı.
Aslında 20 Aralık 1985 doğumluydum, fakat nüfus cüzdanıma 10 Aralık yazıldığı için doğum günüm de bu tarih baz alınarak kutlanıldı.
Annemle birlikte gençler pastanesinden aldığımız pastayı eve götürdük, akrabalarımız evimizde bizi bekliyordu.
Pasta hazırlandıktan sonra salonun ışıkları söndürüldü.
Sürmeni nenem daha önce doğum günü kutlanmasına şahit olmadığı için ‘neden ışıkları söndürdünüz’ diye çıkıştı. O anlarda pastayı içeriye getirdiler, ‘iyi ki doğdun Ferhat’ sözlerinin eşliğinde mumları üfledim ve hayatımın en mutlu ilk gününü bu şekilde yaşamış oldum.
Birinci sınıfı orta dereceyle geride bıraktıktan sonra yazın annemin memleketi olan Erzurum’a ve de babamın memleketi olan Kars’a gittik.
Kars’ta bir akrabamızın evinde kalmıştık, karşımızda ilk kez görmüş olduğum heybetli bir dağ vardı.
Bir amcanın yedeğinde ata bindirildim, kuyruğundaki at sineklerinden korksam da kısa sürede alıştım. Dereler gördüm, ağaçlara çıkıp meyveler topladım, yerde gördüğüm kimisi acı kimisi ekşi olan nice bitkilerin tadına baktım.
Erzurum’da ise dedemin evindeki Tekir ismindeki kediyle oynadım.
Ahırla birleşik müstakil bir evdi. Mutfak penceresinden çıkıp çatıdan bir şekilde ahıra girmeyi başarırdım, ilk kez görmüş olduğum inekleri, koyunları merakla izlerdim. Şımarıklığım yüzünden küçük dayım ahıra kilitlese de bunu da oyun olarak algılayıp bir şekilde çıkmayı başarırdım.
Akşamları karga sürüsünün cırlak sesini duymak zorunda kalsak da evin avlusunda semaverden içtiğimiz çay keyfini bastıramazdı, sohbetin içerisinde sesler kaynar giderdi.
İlk şehir dışı macerasından sonra ikinci sınıfa başladım.
Demetevler’de binalar dip dibedir, caddeler arasında ise arka bahçe
koridoru vardır. O koridorda kreş parkları, bahçeler, kömürlükler vardır. Oyun oynamaya çok müsait alanlar olduğu için orada oynadığımız anlarda muhtemelen köpeklerden bit bulaşmıştı.
Annem de dizlerine yatırıp iki baş parmağının tırnaklarıyla biti veya sirkeyi yok etmeye çalışmıştı ama bunu başaramayınca saçlarımı kazıtmıştı.
Saçım öğretmenimin de dikkatini çekince neden bu kadar kısaltıldığını sordu.
Ben de safdilliğimden başıma bit düştü dedim, tabii bu yüzden dalga konusu oldum.
Hayat beni henüz çok küçük yaşlarda bir şeylere karşı bileyliyor ve gitmemi istediği yolun taşlarını döşüyordu.
İkinci sınıfı bu kez iyi dereceyle tamamladım. Yaz tatilinde İstanbul’a, amcamgile gitmek için yola çıktık.
Cam kenarı tarafında annemin kucağındaydım. Göz yakıcı bir sigara dumanı hakimdi, istifra için siyah bir poşet verildi, bir de poşet içinde kan gibi su ikram edildi. Gözlerim uykuya direnmeye çalışırken pencereden yol kenarı lambalarını izledim. Ardından ışıklar söndü ve mola veriline kadar uyuyakaldım. Bir sonraki uyanışımda ise gün doğmuştu ve ilk kez denizi görmenin büyüsüne kapıldım.
Esenyurt’a vardığımızda bazısı inşaat halinde olan bir iki katlı evler vardı. Yollar topraktandı, bir köyü veya kasabayı andırıyordu.
Bir akşam markete gitmemiz gerekti, tek katlı bir evin giriş kısmı marketti ve kapalıydı. Açılması için üst katta oturan market sahibinin ziline bastık, o da aşağıya inip bu marketini açtı, biz de ev için verilen siparişleri temin ettik.
Gündüzleri kazları kızdırıp kaçardık, arı kovanlarına çomak sokmaya kalkışırdık, akşamları da yarasaların fink attığı bir yerde çelik çomak oynardık. Benden beş altı yaş büyük olan amca oğullarına denize gitmek istediğimi söylediğimde ise uzaklığından ötürü biraz tereddüt ettiler. Biraz daha ısrar ettikten sonra kerhen kabul ettiler. Ancak yola çıktıktan bir süre sonra ben değil de onlar yürümekten yoruldukları için denize varamadan geri döndük.
Daha sonra teyzemgile, İstanbul’un Sultançiftliği ilçesine gittik.
Oradaki çocuklar ‘sen nasıl Ankara’dan geldin, Ankara’dan gelmiş olsan böyle mi giyinirsin’ minvalinde bir şeyler söyleyince hepsini dövdüm. Yaklaşık on çocuğunun da ebeveyni teyzemgilin kapısına dayandıkları için dışarıya çıkmam yasaklandı.
Ancak bir yolunu bulup tekrar dışarıya çıktım. Topraklı yollarda gezip dolaşırken çocukların sakız kutusuna oyuncak ve sakız koyduklarını, bunun karşılığında da bedava sakız çiğnediklerini gördüm.
Ben de o çocuklara dâhil olarak saatlerin nasıl geçtiğini anlamadan hem sakız çiğnedim hem de sakız ve oyuncakları kutularına yerleştirdim. Akşama doğru elimi kolumu sallayarak eve döndüğümde ise annem hem sevinip hem de kızdı.
Zira kaybolduğumu düşündüğü için çalmadık kapı, aranmadık yer bırakmamış.
Ne olduğunu anlatıp dil döksem de ceza olarak Ankara’ya erkenden dönme kararı almış oldu.
Ankara’ya döndükten kısa bir süre sonra dördüncü caddede oturduğumuz evden üçüncü caddedeki bir başka eve taşındık.
Çok daha geniş ve rahat bir evdi. Büyük dayımla kapı komşu olduğumuz için kuzenim de akşamları bize gelirdi, abimgille de birlikte hep beraber kocaman salonda futbol oynardık.
Okul başladığında ise artık üçüncü sınıftaydım.
Birinci sınıftan itibaren hoşlandığım bir kız vardı, artık ona açılmak istiyordum. Uzun bir süre tereddüt ettikten sonra on beş tatile girdiğimiz günde peşine takıldım, bir türlü durdurup konuşmaya cesaret edemeyince evlerinin bulunduğu binaya kadar takip ettim, hatta binaya da girdim, tam seslenecektim ki apartmandan birisi karşıma çıkınca konuşamadım, o da evine çıktı.
Meğer bu onu son görüşümmüş. Hiçbir zaman ona olan duygularımı öğrenemediği gibi bir daha öğrenmesine imkan da kalmamış.
Zira bir gün sonra okula gelmediği gibi diğer günlerde de gelmedi.
Sonra Öğretmen'den öğrendik ki annesi vefat etmiş, bu sebeple ablasının yanına Avustralya'ya gitmiş.
Tabii içimde ukde bırakan bir üzüntü olmuştu.
Üstelik derslerim halen kötüydü, kendimi daha da salınca Öğretmenim bana 'ilkokulu bitiremeyeceğimi' söyledi.
Aslında bu söylediği ağrıma gitmişti ama arabasına bir zeval gelmesin diye pencerenin önünden bir yere ayrılmadığını düşününce çok da umursamadım. Yine de karnemin vasat olduğu gerçeği değişmedi.
Yaz tatili başladığında tekrar taşındık, bu kez üçüncü caddenin aşağı kısmında bir evde oturmaya başladık.
Şehir dışına da çıkmadığımız gibi bir de üstüne simit satmaya başladım.
Her gün sabahın alacakaranlığında yola çıkıyordum. Hava serin ve tertemiz olurdu. Marketlerin önüne aoç sütleri ve kasa içerisindeki sıcak ekmekler konulmuş olurdu. Simit fırına geldiğimde ise önce dışarda kuyrukta bekler, sonra da içerisinin sıcaklığında mayışır keşke yatağımda uyuyor olsaydım derdim içimden. Sıra gelince de 22 simidi alıp sokak sokak satmaya çalışırdım.
Kalan bir iki simidi yemek dışında herhangi bir şahsi kârım da yoktu, son derece de zorlu ve sıkıcıydı.
Fakat kısa bir süre sonra bizimkiler bmx bisiklet alınca simit satmaya olan bakış açım da değişmişti. Zorluk çekmeden feraha erilmeyeceğini yavaş yavaş idrak ediyordum.
Kısa süre içerisinde bisikleti düşe kalka sürmeyi öğrendim.
En yakın arkadaşlarım olan Halil ve Görkem’le Demetevler’den Gazi Mahallesine bisikletlerle gidip cadde üzerindeki erik ağaçlarına daldık.
Battal boy bir poşete erikleri doldururken sırtıma sanki balyozla vurulmuştu.
Afallamam sona erince anladım ki bahçenin sahibi bize saldırıyordu.
Hemen bisikletlere binip uzaklaştık ama Görkem'i bir türlü göremedik.
Halil'le sokakları kontrol ettikten sonra telaşlı ve bir o kadar da üzgün bir şekilde mahallemize geri döndük.
Baktık ki Görkem balkonda bize sırıtarak erikleri yiyor, çekirdeklerini de muzip bir şekilde bize doğru aşağıya atıyor.
Meğer adamı ilk o görmüş ve eriklerle birlikte kaçıp eve gitmiş.
Biz ise erik değil de dayak yemiş olduk.
Televizyonda Bruce Lee, Jackie Chan, Sylvester Stallone ve Van Damme filmlerini izleyip onlara özenmek de fayda etmemişti.
Karşımızda büyük bir adam olunca kaskatı kesilmiştik.
Bu durum tekvandocu olma isteyişimi daha da artırmıştı.
Ailem karşı çıksa da büyük dayım, kuzenim Yunus ile beni Demetevler’deki İmparator Spor Kulübü’ne kaydetmişti.
Artık kendimi gerçekleştirebilecek özgür bir ortamı da bulmuştum.
Tekvando elbisesini hiç çıkartmak istemiyordum, öyle ki Demetevler’i dobok denilen tekvando kıyafetiyle dolaşıyordum.
Antrenmanın başlamasına saatler olmasına rağmen erkenden spor salonuna gidip kapının önünde bekliyordum.
Antrenmanım bittiğinde de hemen gitmiyor, büyükler seansını izleyerek kendimi geliştirmeye devam ediyordum.
94’ün yazı olduğu için Tarkan, Kenan Doğulu, Mustafa Sandal, Burak Kut, Serdar Ortaç, Çelik, Aşkın Nur Yengi ve daha nicelerinin şarkıları her yerde olduğu gibi tekvando salonunda da çalardı.
Özellikle Soner Arıca’nın ‘Vefasız’ şarkısı çaldığında daha bir mest olurdum, daha bir şevkle çalışırdım, sanki sözlerini yaşamışım gibi.
Normalde çok daha sonraları müsabakalara katılmam gerekirken, üç ay sonra turnuvaya katıldım.
Rakiplerimi birer birer yendikten sonra altın madalya kazandım.
Bu galibiyet hayata dair kazandığım ilk özgüven simgesiydi.
Rakiplerimin antrenörleri bile 'sakın tekvandoyu bırakma' diyerek tebrik etmişlerdi.
Görünüşe göre sportif geleceğim çok parlaktı, nitekim ardından katıldığım müsabakalarda da namağlup şekilde birinci olmaya devam ettim.
Dördüncü sınıf da üçüncü sınıftan farksız bir şekilde geçti, iyi dereceyle karnemi almıştım.
Yaz tatilinde bu kez İzmir'e gitmiştim.
Dayım öğrenci yurtlarından sorumlu olduğu için her gün değişik bir yurtta kalıyordum.
Kiminle tanıştırılsam, tekvandoyla ilgili birkaç hareket göstermem istenildiği için kendimi çok iyi hissediyordum.
O günlerde yine dedemin evinden Heykel'deki yurda gitmem gerekiyordu.
Bu defa yol parasıyla dondurma alıp yürüyerek gitmeye karar vermiştim. Fakat yolları karıştırdım, her yeri birbirine benzettim, en sonunda bir kahvehaneye gidip durumu anlattığımda beni dolmuşa bindirip Heykel’e gitmemi sağladılar. Radyo’da sürekli Mustafa Sandal’ın ‘onun arabası var’ şarkısı çalıyordu.
Dolmuştan inip yurda doğru yürürken bir dükkânın vitrini dikkatimi çekti, yaklaşık on yirmi metre uzaklıkta, uzun boylu, tuhaf tipli bir adamın bana baktığını fark ettim.
Adamın deli olduğu her halinden belliydi, yanıma yaklaştığını görünce koşmaya başladım.
Ayağımda terlik vardı ama terliği filan atmış, yalın ayak kaçıyordum, adam da peşimden kovalıyordu.
Kendimi yurdun bahçesine attığımda, adam da içeriye girdi.
Tabii benim yurtla bir ilgimin olmadığını zannediyordu ama bahçedeki dayımın yanına sokulup; 'bu adam beni kovalıyor.' dediğimde durumu idrak etti ve hemen karşı atağa geçerek kendisine küfrettiğimi söyledi.
Böylelikle adam kurtulduğu gibi azarı işiten de ben oldum.
Ankara'ya dönüp, beşinci sınıfa başladığımda artık okulun başkanı gibiydim.
Çünkü hem tekvando'da siyah kuşaktım hem de namağluptum.
Fakat derslerim yine kötüydü, beşinci sınıfı da orta dereceyle tamamladım.
Yazın ise milli takımın gösteri takımına davet edildim.
Bir ay boyunca her gün Ulus'taki İsmet İraz Spor Salonuna gittim.
Her gün de dolmuşta İbrahim Erkal'ın 'canısı' şarkısı çalıyordu.
Çalışmalar tamamlanınca iki katlı otobüsle Bursa’ya yolculuk etmeye başladık, annemin yaptığı poğaçayı yolluk ettim ve yol boyunca onu yiyerek karnımı doyurdum.
Spor salonuna vardığımızda Fenerbahçe ile Tofaş’ın basketbol maçı vardı. Maçtan sonra ısınma hareketleri yaparken federasyon başkanı ile milli takımın Koreli hocası yanlarına çağırdı beni. Yapmış olduğum akrobatik hareketle ilgili sorular sordular, o anlarda da yanlarında bulunan Murat Muratanoğlu ile İsmet Badem’le tanıştım.
Sonrasında 1. Balkan Şampiyonasını kusursuz bir şekilde tamamladığımız için altın madalya, para ödülü, teşekkür belgesi ve de dobok hediyesi aldık.
Almira otelde portakal suyu eşliğinde kahvaltı yapmak, akşam yemeğinde Bursa’nın meşhur et dönerinden yemek, dönüş yolunda mola yaparken hamburger yemek gibi ilkleri yaşadım.