Bursa'dan döner dönmez ayağımın tozuyla ortaokula başladım.
Doğruyla yanlışı ayıramayacak durumda olmadığım için arkadaşlarımın etkisiyle okulu asıp parklara ve atari salonlarına gidiyordum.
Çok kısa sürse de sigara bile içtim, küfürlü konuşmaya başladım.
Devamsızlık hakkım on dokuz güne, yani sınıra ulaştığında ister istemez kendime çeki düzen vermeye çalıştım. Ancak derslerden bir hayli geri kalmıştım, bu yüzden ilk dönem nerdeyse tüm derslerim zayıftı.
İkinci dönem ise devamsızlıktan sınıfta kalmamak için bir gün bile aksatmamam gerekiyordu. Nitekim bunu başardım, zira sınıf arkadaşım olan Meltem’le duygusal bir yakınlaşmam olunca okula gitme şevkim oldu. Okul çıkışında evlerimize aynı istikamette gittiğimiz için bir zaman sonra birlikte gitmeye başladık.
İyi anlaşıyorduk, tekvandodan bahsediyordum, konservatuvar okumak istediğimi söylüyordum, o da anlattıklarıma ilgi gösterip çeşitli sorular soruyordu, kendisi de geleceğe dair trafik polisi olmak istediğini söylüyordu.
İkimiz de İbrahim Erkal'ı çok seviyorduk, hatta dönemin sonunda okulun veda partisine katıldığımızda İbrahim Erkal'ın ‘canısı’ şarkısıyla dans ettik.
Bu benim ilk dans edişimdi. O an birbirimizin gözlerine duygu dolu şekilde bakarken adeta suskunluğumu bozup içimden geçenleri söylememi diliyordu, ancak utancımdan hiçbir şey diyemedim, üstelik onu son kez gördüğümün de farkında değildim.
Zira ilkokuldaki Hatice'nin gidişine benzer bir hadise gerçekleşti, yaz tatiline girildiğinde ailesi ani bir şekilde taşınma kararı almış, ben de okul başladıktan sonra arkadaşından öğrenebilmiştim.
Bu arada sınıfta kalmıştım. İngilizce ödevimi benden birkaç yaş büyük olan kuzenime yaptırmıştım, o da henüz görmediğimiz konulardan yazdığı için öğretmen durumu anlayıp zayıf not vermişti. Ödevi kendim yapmış olsaydım büyük ihtimalle sınıfı geçmiş olacaktım, çünkü dört zayıfla sınıf geçilebiliyordu, İngilizce dersiyle birlikte beşinci zayıf olunca kaldım. Böylelikle dalavere işlerine tevessül etmemek gerektiğini acı bir tecrübeyle öğrenmiş oldum.
1997 yılının yaz ayında, mahallemizdeki konfeksiyonda el işçisi olarak çalışmaya başladım.
Aslında mahalleden üç dört arkadaşla aynı anda işe başlamıştık ama bir ay sonra patron pazar günü de gelmemiz gerektiğini söyleyince durumu protesto ederek işe gitmedik. Ancak bir faydası olmadığı gibi patron hepimizi kovmuştu.
Bu sırada tekvandoda da işler iyi gitmiyordu, zira her iki ayağımda da sakatlık oluşmuştu, ödemler bir türlü inmiyordu, bu da tekniklerimi kısıtlıyor ve formdan düşmemi sağlıyordu.
Acı çekmeme rağmen yine de sürdürdüğüm idmanlar sonucunda müsabakaya katıldım. Birkaç rakibimi eledikten sonra bir talihsizlik yaşadım. Benden önce spor kulübümüzdeki başka bir sporcu müsabaka yaparken benim takmam gereken kaskı almıştı. Diğer kortta ise benim müsabakam başlayınca, malzeme eksikliğinden ötürü büyük bir kask takarak mücadele etmek zorunda kalmıştım.
Görüş açım sürekli kapanmasına rağmen skor başa baş gidiyordu, fakat son anlarda kaskın başımdan dönmesinden ötürü kazanmak üzere olduğum maçtan bir puan farkla mağlup ayrılmıştım.
Bu duruma isyan ettiğim için de madalya törenini beklemeden spor salonunu terk etmiştim, benim yerime ise bir arkadaşım bronz madalyamı almıştı.
Aslında bu yenilgi başta moralimi bozsa da sonrasında motivasyonumu artırmıştı. Buna rağmen ayaklarım da bir türlü iyileşmiyordu, ister istemez antrenmanlara ara vermek zorunda kalıyordum.
Orta bire ikinci kez başladığımda, sınıf arkadaşımdan ilgi duymaya başlamıştım. Duygularımı ifade edemediğim gibi bir şekilde olumlu karşılık bulacağıma dair ümidim de yoktu, zira boyu benden uzundu, varlıklı bir aileye mensup gibi görünüyordu.
Derslerim ise kaldığım dönemin tecrübesinden ötürü çok kötü değildi ama iyi de değildi.
Bu arada okulda jimnastik takımı oluşturulacağını ve de seçmelerin olduğunu öğrendim.
Tekvandocu olmamın da verdiği özgüvenle seçmelere katıldığımda yalnızca seçmeleri kazanmamıştım, aynı zamanda takımın kaptanı ilan edilmiştim.
Resmi bayramlarda ve çeşitli törenlerde oluşturduğumuz koreografileri icra etmeye başladık.
Hatta bir tanesinde o dönemin popüler grubu olan Ayna’nın 'ceylan' şarkısını kullandık.
Jimnastikle birlikte okulun kros takımına da dahil oldum, katıldığım turnuvada da okulu temsilen dereceye giren ilk ve tek öğrenci oldum.
Jimnastik vesilesiyle Beden Eğitimi Öğretmenimle aram çok samimi olmuştu. Bir şeyi evinde unutsa anahtarını verir, taksiye bindirir, unuttuğu eşyayı aldırırdı. Spor okullarına hazırlık kurslarının öncüsü sayılırdı. Gerek koordinasyon parkuru için gerekse de koşu tempoları için beni görevlendirirdi, böylelikle yardımcısı pozisyonuna getirmişti.
Bu durum hoşlandığım arkadaşımın da dikkatini çekmiş olmalı ki normalde yokmuşum gibi bakan gözlerini artık üzerimde hissediyordum. Nitekim bir süre sonra yanıma gelerek çeşitli bahanelerle konuşmaya başladı. Okul çıkışındaki eşlik etmelerin ardından da sevgilim oldu.
Yan yana yürürken boyumun ondan kısa kalması dışında bir sorunumuz yoktu.
Fakat bir gün teneffüs vakti iş eğitimi dersinin atölyesinde top oynarken trajik bir hadise yaşandı. Ayakkabım büyük geldiği için topuk kısmına karton sıkıştırıyordum. Topa vurduğum anda top bir yana, ayakkabım bir yana gitmişti. Üstelik çorabım da delikti.
Tam da bu esnada sınıfa girip o anlara şahit olduğu için neler olabileceğini tahmin etmek güç olmamıştı, bir gün sonra hiçbir sebep belirtmeden benden ayrılmıştı.
Yaz tatili, yani iş vakti yine gelmişti.
Her daim uğrak yerimiz olan Cemre Parkında çardak kafe isimli bir mekân vardı. Buranın sahibi, büyük dayımın tüp dükkanından müşterisi olduğu için bu vesileyle yanında işe başlamıştım.
Tost yapıyordum, meyve suları hazırlıyordum, bunları kendi ellerimle müşterilere sunuyordum, sonra da boşları alıp yıkıyordum.
Bunlar yetmezmiş gibi bir de iş yeri sahibinin at yarışı kuponlarını ganyan bayisinde yatırıyordum.
Yani bakıldığında benden yaşça büyük olan diğer elemanlardan çok fazla çalışıyordum, buna rağmen en az parayı da ben alıyordum.
Bu haksızlık karşısında sesimi çıkaramamak içimi acıtsa da mecburen dersler başlayana kadar çalışmayı sürdürdüm.
Üstelik sakatlığım geçmediği için çok sevdiğim tekvandoyu da bırakmak zorunda kaldım.
Orta ikiye başladığımda da ders notlarımda bir değişiklik yoktu, vasat seviyede devam ediyordu. Bütün ilgim sanat ve sporaydı.
Resim dersinde arkadaşlarımın boyalarıyla yapmış olduğum resimler büyük beğeni toplamıştı. Hatta okullar arası resim şenliklerine katılmam sağlandı, başarılı bulundu ve de ödül alma imkânım oldu.
Ders dışında ise evden pek dışarıya çıkmıyordum.
Büyük abime iş yerinden mc donalds kapaklı bir defter verilmişti, ona çeşitli yazılar, şarkılar, şiirler yazmaya başlamıştım.
Yine büyük abimin vasıtasıyla Cengiz Kurtoğlu’nun tüm şarkılarını dinliyordum. Televizyonda ise deli yürek dizisi ortalığı kasıp kavuruyordu, ben de genç bir çocuk olarak bu diziden etkilenmiş, Yusuf Miroğlu karakterine özeniyordum. Özellikle kuşçu karakterinin nasihatlerini kulağıma küpe ediyordum. Tam da bu sıralarda Kenan İmirzalıoğlu, okulumuza 50 metre uzaklıktaki akrabasını ziyarete gelmişti.
Sınıf arkadaşlarımla birlikte teneffüste onu görmeye gitsek de akrabası onun uyuduğunu ve bir iki saat sonra görebileceğimizi söylemişti. Biz de sınıfa geri dönmüştük ama sonraki teneffüste gittiğimizde evden ayrıldığını öğrenmiştik.
Tek tesellimiz ise ilk gittiğimizde volkswagen golf arabasının arka camındaki meşhur pardösüsünü ve de dizinin senaryosunu görmekle yetinmiştik.
Bir hafta sonu kaderimin şekillendiğinden habersiz maça çıkmıştım. Demetevler İlkokulunun bahçesinde oynamaya başladığımız futbol maçının temposu düşmüşken beklenmedik bir şekilde pres yaparak Görkem’den topu kapmıştım, şartlar gereği kendi sahamızın yönüne doğru topu sürüklerken Görkem’in soluğunu ensemde hissettim.
İsteseydim sağ çaprazımdaki kalecimize pas verebilirdim, fakat yaşadığım anlık ikilemin sonunda sol ayağımla topun üstüne basıp geriye ittim, Görkem’in de sağından manevra yaparak bir anda rakip sahaya doğru ilerlemeye başladım.
Bu sahne karşında hırs yapan Görkem tekrar peşime takıldı, sol çaprazımdan Nuh, karşımdan da Halil aynı anda üzerime koşuyordu. Öyle bir anda öyle bir hamle oldu ki üçünün arasında kalıp yere düştüm, kalktığımda artık sol dirseğim birkaç yerinden kırılmıştı.
Derslere devam edebilmem mümkün olmadığı gibi 19 Mayıs gösterileri için pankart kaldırmam da iptal olmuştu.
Artık raporluydum, fazla da bir alternatifim olmadığı için dayımın tüp dükkanına gitmeye başladım.
Gündüzleri dükkânda telefonlara dayımın kızı bakardı, aynı binada ikamet eden arkadaşı Betül de yanında olurdu.
Bir süre gidip geldikten sonra Betül’den hoşlanmaya başladım.
Tam da raporum sona ermek üzereyken hoşlandığıma dair bir mektup yazdım, eğer olumlu bir karşılık olursa ne âlâ, olumsuz bir karşılık olursa da bir daha görmeyecektim. Çok da fazla bir ümidim yoktu ama gelen mektup olumluydu, sevgili olmuştuk.
Yaz tatili geldiğinde, geçen yıl olduğu gibi yine Cemre Parkı'nın çardak kafesinde çalışmaya başladım.
Çalışma saatlerim öylesine uzundu ki Betül'ü görebilmeye fırsat bulamıyordum. Bu yüzden genelde tartışıyorduk ama başka bir alternatifim de olmadığı için çaresiz bir şekilde işe devam ediyordum.
Bir gün güneşin alnında kafenin dış yolunu süpürürken Betül'ü akrabalarıyla parkta yürürken gördüm, tabii o da beni gördü.
O an öyle üzüldüm ki iş yerinin yaptığı haksızlıkları da düşünerek elimdeki süpürgeyi attım ve haber bile vermeden işi bıraktım.
Artık işsiz olsam da hayatın gerçekleri zorlamaya devam ediyordu, para kazanmak zorundaydım.
Dayımın oğlu Yunus, zaman zaman tüp dükkanlarının karşısındaki doğalgaz dükkanının getir götür işlerine bakıyordu.
Asıl görevi tüp dükkanına bakmak olduğu için bu işi sürekli yapamıyordu.
Ben de buna istinaden doğalgaz dükkanının sahibi olan Tahir abiden iş isteyerek hem para kazanabilecektim hem de Betül’ü görebilecektim.
Tahir abi bana iş vermişti vermesine ama doğal gaz montajı yapan ustanın yanına çırak olarak göndermişti.
Hayal ettiğim gibi olmasa da yine de montaj dışındaki zamanlarda Betül’ü görebiliyordum.
Doğal gaz dükkanının camlarıyla Betül'ün penceresi karşı karşıya olduğu için kimse olmadığında Cengiz Kurtoğlu şarkılarını açıp onun pencereye çıkmasını beklerdim.
Kimi zaman sanki hisseder gibi bir anda pencereye çıkardı ve saatlerce öyle bakışırdık.
İş ise benim yaşımdaki birine ağır geliyordu.
Bir gün Pursaklara gitmiştik, hiç görmediğim, bilmediğim bir yerdi.
Kamyonetteki tüm doğalgaz petekleri en üst kata tek başıma çıkartmam gerekti.
Peteklere baktım, kendime baktım, etrafa baktım.
Bırakıp gitmek gibi bir lüksüm de olmadığı için henüz tam olarak iyileşmemiş olan koluma rağmen o petekleri taşıdım.
Dükkana döndüğümde durumu Volkan'a, yani Tahir abinin kayınçosuna anlattım.
Halden anlayan biriydi, bir şekilde Tahir abiyi ikna ederek dükkanlarında çalışmamı sağladı.
Tahir abi eskiden profesyonel futbolcuymuş. 45 yaşlarında, kır saçlı, otoriter, laubaliliği sevmeyen biriydi. Saygıda kusur edilmeden işlerin yerine getirilmesini beklerdi.
Şahsi bir isteğim olduğunda direkt yüzüne karşı söyleyemediğim için mutlaka bir aracı kullanırdım.
Çok sıkı bir şekilde at yarışı oynardı. Altılı ganyan kuponunun bedeli, günlük yevmiyemin takriben on katıydı.
Genelde üç dört ayağı tutturuyordu ama ayda bir de yüksek ikramiyeli altılı ganyan yakalıyordu.
Buna şahit olan mahalle efradı da bizim neyimiz eksik, biz de yakalarız diyerek at yarışına başlıyordu.
Zamanla bakkal, berber, emlakçı, yorgancı derken herkes at yarışı müptelası oluyor, kahvehanede futboldan çok at yarışı konuşuluyordu.
Mahallenin oynayacağı tüm kuponlar ise kahvehanede yazılıyordu, Yunus ile yakın arkadaşım İbo’yla birlikte bu kuponları yatırıyorduk. Kuponlar ve paralar adeta kucağımıza atılıyor, bazen hangilerinin kime ait olduğu bile anlaşılamıyordu. Kuponları yatırdıktan sonra da bir şekilde sahiplerine veriyorduk, para üstleri de bahşiş olarak bize kalıyordu.
Benim asıl işim Tahir abinin kuponlarıyla alakalı olduğu için sadece onun oynadığı atları takip ediyordum.
Bir süre sonra kimin kazanıp kazanamayacağını kendimce tahmin etmeye başlamıştım.
Yanıldığım zamanlarda nedenini irdeledim, anlam vermeye çalıştım.
Yine de Kemal Sunal'ın Atla Gel Şaban filmindeki gibi oynamadan kendimi denedim durdum.
Henüz daha yolun başında olmama rağmen altılı müsveddelerim genelde ya beşte kalıyordu ya da tutuyordu.
Hatta Tahir abinin en yakın dostu ve de aynı zamanda yardımcısı olan Hakan abi, birçok kez bu tutan altılılarımı başkalarına göstererek bu ilginçliğe dikkat çekiyordu.
At yarışı furyasının mahalleyi kasıp kavurduğu bu günlerde takvimler 17 Ağustos 1999'u göstermiş ve gece dışarıdaki gürültüden ötürü uyanmıştık. Pencereden baktığımızda dışarısı kapkaranlıktı, elektrik kesilmişti, aşağıdan deprem oldu inin gibi sözler duyunca üstümüzü başımızı giyip evi terk ettik.
Hadisenin vahametinden bihaberdik. Yıldızlar hiç olmadığı kadar çok ve net görünüyordu. Sokakta mahşeri bir kalabalık oluşmuştu.
İnsanların kendi aralarındaki panik halindeki konuşmalar büyük bir uğultu sesini işittiriyordu.
Hepimiz pijamayla, eşofmanla kendimizi dışarıya atmışken, uyku mahmurluğuyla olup biteni anlamazken mermerli apartmanında oturan başka bir Hakan abi jilet gibi giyinmişti, saçlarını jölelemiş, artist imajından ödün vermemişti, tabii bizim de alay konumuz olmuştu.
Bu esnalarda karanlığa rağmen dedesinin yanındaki Betül'le de bakışıyorduk.
Dayımın tüp dükkanının önünde gün ağarana kadar arkadaşlarla sohbet ettik, sonra öğrendik ki milletimizin en kara gecesiymiş.
Bir süre sonra Betül'le de nedensiz yere ayrıldık.
Doksanlı yılların son yazı da acısıyla tatlısıyla geçtikten sonra orta üçüncü sınıfa başlamıştım.
Artık kendimi sınıf arkadaşlarımdan daha olgun hissediyordum.
Zira yarı zamanlı da olsa doğal gaz dükkanında çalıştığım için kendimden yaşça çok büyük insanlarla diyalog içerisinde olmak, sorumluluk üstlenmek, farklı ortamlarda bulunmak; 'ne işim var bu derslerde?' dememe neden oluyordu.
Öğretmenlerime kulak asmıyor, hayallere dalıyordum.
Hayatıma gireceğine inandığım, fakat gerçekte olmayan kızın resmini çiziyordum. Atların, arabaların, manzaraların resimlerini çiziyordum.
Sınıf arkadaşlarımdan ayrılacağımı göz önünde bulundurarak hatıra mahiyetinde anket hazırlıyordum.
Okulun dans grubuna da dahil olmuştum. Bir süre hazırlandıktan sonra Yenimahalle Belediyesinin sanat merkezinde dans koreografimizi sunmuştuk.
Sınıflar arası bilgi yarışması da olmuştu, sınıfın en çalışkan iki öğrencisinin yanı sıra, benim gibi sınıfın en tembel öğrencisini dahil etmişlerdi.
Her türlü sosyal aktivitenin içerisinde olmama rağmen derslerime olan ilgisizliğim matematik öğretmenimin de dikkatini çekmişti.
Potansiyelimin olduğunu, ancak kullanmadığım için zayıf aldığımı söyledi. İlk dönem girdiğim üç sınavdan da zayıf almama rağmen iki notunu vermişti.
Eğer ikinci dönem notlarımı düzeltmezsem; bu ikiyi bire çevireceğini ekleyerek bir kâğıda da imza attırmıştı.
Ancak ikinci dönemde girdiğim üç matematik sınavından da zayıf almama rağmen karnemdeki notun değişmediğini gördüm.
Meğer kendimi derslere vermem için blöf yapmış ama fayda etmemişti. Diğer derslerde böyle bir şansım olmamıştı, yine de kıl payı farkla sınıfı geçerek orta okulu bitirmiş oldum.