Hayat, zamansal açıdan sebep sonuç ilişkilerinin silsilesini akamete uğratmadan devam etti.
Paranın da caka satmak için öğrenilen bilginin de önemli olmadığını tecrübe ettirerek öğretmişti.
Beden eğitimi öğretmeni olmaktan vazgeçmiştim.
Ayrılıktı, işti güçtü derken dört yıllık yüksek öğrenimim de uzamış, mezun olamamıştım.
Devam zorunluluğumun olmadığı derslere girmediğim gibi sınav zamanlarında da çalışmıyordum.
İşim gereği askere gitmem de mümkün değildi, beş altı aylık süreyi telafi edebilecek şartlar yoktu. Bu sebeple bedelli askerliğin çıkmasını bekliyordum.
Kendi belirlediğim yolda sürekli kitaplar okuyor, eğitimler alıyor, kendimi geliştirmeye çalışıyordum.
En mükemmel tahminin nasıl verileceğine dair kafa yoruyordum.
Devam zorunluluğumun olduğu bazı derslerden ötürü de haftanın iki üç günü okula gidiyordum.
Markalı kıyafetler, lüks araba, lüks yaşantı, elbette kimilerince dikkat çekiyor, bu çerçevede yaşanan yüzeysel sevgililikler de kaçınılmaz oluyordu.
Spordan ötürü oluşan sakatlıklarım bir türlü iyileşemeyince tekvandoyu bırakmıştım.
İşimin geleceğini düşünerek spikerlik-sunuculuk eğitimi aldım.
Sanatsal faaliyetlere yönelip kamera önü oyunculuğu eğitimini aldım.
Ne istediğimi sorguluyor, aynı zamanda yeteneklerimi keşfetmeye çalışıyordum. Bu doğrultuda tiyatro oyunculuğu için eğitim almaya başladım.
Tam da hayatıma hiç kimseyi almayı düşünmüyorken tiyatro grubumuzdan bir kişiyle duygusal bir yakınlaşmam olmuştu.
İnsan sarrafı olduğumu zannederken bu kişinin haline tavrına anlam veremiyordum, anlayamadığım için de daha çok dikkatimi çekiyordu, çözümlemeye çalışıyordum.
Bir gün bu kişi depresyona girmiş, gittiği psikolog tarafından patolojik narsist teşhisi konulmuştu. Yani sürekli ilgi ve onay bekleyen, empatiden yoksun, kibirli bir görüntü sergileyen, hiçbir zaman mutlu olmayan, başkalarını da mutsuz etmekten beslenen duygusal vampirdi.
Ona yardımcı olabilirim düşüncesiyle narsisizmle ilgili neredeyse tüm kitapları okumuştum, tüm psikologların, psikiyatristlerin videolarını izlemiştim, elimden gelen tüm çabayı fazlasıyla yerine getirmiştim.
Aslında hepsinin ortak tavsiyesi narsistten uzaklaşmaktı, ancak pes etmemiştim.
Sonra fark ettim ki bu durumdan en fazla zararı gören gerçekten bendim, bu koşullar altında devam etmem mümkün olmadığı için ayrılmıştım. Tiyatroyu da aynı şekilde bırakmak istemiştim ama iki arada bir derede kalmıştım. Gruptaki arkadaşların emeklerini ziyan olmasını istemiyordum, bu sebeple mezuniyete kadar direnme kararı aldım.
Aynı anlarda üniversite öğrencilerinin askere gitme yaşı konusunda bir sınırlama getirmişti, mezun olmazsam okuldan atılacak ve uzun dönem askerlik yapacaktım. Bu sebeple sınavlara hazırlanıp tüm derslerden geçerek kerhen mezun olmuştum.
Kısa süre sonra da bedelli askerlik çıkması tevâfuk olmuştu.
Geriye tek bir mezuniyet kalmıştı, o da tiyatroda Dario Fo’nun ‘ödenmeyecek ödemiyoruz’ oyunuydu.
Sancılı bir sürecin sonunda mezarcı karakterine hayat vermiştim. Sahnelerini kendim yazıp oynadığım bu oyunda gerek oyunculuk performansım gerekse de yazarlık performansım çok beğenilmişti. Hatta eğitim aldığım kurumun ilk burslu yazarlığını da bu performansla kazanmıştım. Ancak narsistle olan bu nahoş süreç tiyatro tecrübeme o kadar çok sinmişti ki devamını getirmek istemedim.
Keza aynı şekilde yazarlık eğitimini de almadım.
Bu talihsiz tecrübenin götürüsü olduğu gibi getirisi de olmuştu.
En önemlisi de narsisizmi anlama çabasıyla sürdürdüğüm mücadelenin insanları daha iyi anlamama vesile olmasıydı.
Tarihler 15 Temmuz 2016’yı gösteriyordu.
Sabahtı, o dönemler çok enteresan rüyalar görür, bu rüyaları bazen yazar, bazen de anlatırdım. Bir kısmı da ilginç bir şekilde gerçekleşirdi.
Örneğin; hiçbir şekilde gündemi, haberleri takip etmediğim bir dönemde iki gün art arda Kaddafi’nin linç edilerek öldürüldüğünü görmüştüm. Fakat neden böyle bir rüya gördüğüme anlam veremiyordum. Nitekim üçüncü gün annem beni uyandırdığında şunu sormuştu direkt, ‘rüya gördün mü?’
Annem de
İşte 15 Temmuz sabahı yine enteresan bir rüya görmüştüm; caddeler, sokaklar insan kaynıyordu, mahşeri bir kalabalıktı, iğne atılsa yere düşmezdi.
Ortalık kan gölüne dönmüştü, binalar hasar almıştı, askerler her köşe başını tutmuştu, tepemizden uçaklar vızır vızır geçmişti, aile fertlerimi kaybettiğim için nerede olduklarını bulmaya çalışmıştım.
Sonunda bir asker tüfeğini arkamdan başıma doğru doğrultmuş, üç, iki, bir diye sayarken normalde kendimi uyandırmam gerekiyordu.
Zira rüyalarımda zora geldiğimde, ölme riskini yaşadığımda kendimi uyandırabiliyordum. Bu defa uyandıramamıştım, tüfeğin patlama sesini duyduktan sonra uyanmıştım.
Yatağımdan fırladığım gibi rüyayı da unutmamak için anneme anlatmıştım, hemen yanındaki küçük yeğenim de dehşet içinde rüyayı dinlemişti. Fakat rüyanın yalnızca son anını, yani askerin üçten geriye doğru sayarak ardından beni vurduğunu anlatmamıştım. Çünkü rüyalarım gerçek oluyordu, annemi bu şekilde korkmasına izin vermemiştim.
O gün her şey normal akışında gerçekleşiyordu, rüya aklımda yoktu, akşam olmuştu, Armada alışveriş merkezinin hayat sokağındaki bir kafede arkadaşımı bekliyordum. Uçakların yakından uçmaları sonucunda oluşturdukları gürültü dikkatimi çekmeye başlamıştı, fakat darbe girişimi olduğu düşüncesi aklıma gelmemişti.
Twitter’dan takip ettiğim birisi tarafından erken bir zamanda öğrenmiştim. Ne bulunduğum kafede ne de diğer kafelerde en ufak panik yoktu, çünkü kimsenin haberi yoktu, acilen hesabı istemiştim, garsonun aheste olmasına sinirlenip kalkıp kendim kasada ödeme yapmıştım.
Bu sırada arkadaşım gelmişti, ona olup biteni anlatıp hızlıca arabalarımıza bindik ve Demetevlere doğru yola koyulduk.
Aynı anlarda yakınlarımı arayıp bilgi verdikten sonra eve gitmelerini söyledim.
Yol güzergâhımda önce Ak Parti binası vardı, etrafında her zamankinden daha az güvenlik görevlisi olduğunu görmüştüm, keza Cumhurbaşkanlığı sarayında da aynı şekilde güvenlik görevlilerinin sayısı çok azdı, bir bilinmezlik havası seziliyordu, kapı kısmına doğru birikmişlerdi, yollar ise enteresan bir şekilde bomboştu.
Eve vardıktan sonra yeni yeni televizyonlarda darbe girişimi olduğuna dair haberler paylaşılmaya başlanmıştı. Her daim yanlışa karşı muhalif bir tutumum vardı. Görmüş olduğum rüyaya rağmen darbe girişiminden ötürü dışarıda olmam gerektiğini söyledim anneme.
O da bana ne kadar düşkün olursa olsun, söz konusu vatan olduğu için gitmemi onaylamıştı.
Arkadaşımla tekrar buluşup elimizden geldiğince sokaklarda, caddelerde olmaya çalıştık, bazen mit müsteşarlığında, bazen de çiftlik kavşağında muhtelif badireler atlattık. Fakat trafik öylesine kitlenmişti ki hareket alanımız çok sınırlanmıştı. O günden itibaren bir ay boyunca evimde uyumamıştım, dışarıda kalmıştım.
Hiçbir siyasi düşüncenin yanında olmadan, bir vatan evladı olarak o günkü koşullarda ne yapmam gerektiğine inanmışsam onu yapmıştım.
Geriye dönüp baktığımda eğer o rüyayı darbe girişiminin sabahında görmemiş olsaydım, bulunduğum yerden geç ayrılacaktım. Eve dönüş güzergâhım da Ak Parti binası ile Cumhurbaşkanlığı sarayının yolu olduğu için bir süre sonra kalabalıktan o yollar tıkanacaktı ve de oradan geçebilmem mümkün olmayacaktı. Maalesef bu noktalarda birçok insan vefat ettiği için onlardan biri olabilecektik.
Belki de bir rüyanın zamanlama farkını ayarlamasıyla hayatta kalmıştık.
Hiçbir zaman net bir siyasi görüşüm olmamıştı, hiçbir partiyi kendine yakın hissetmemiştim. Yalnızca mütedeyyin bir ailede yetiştiğim için geçmişte Erbakan’ın duruşuna yakındım. Zaman ilerledikçe dünya görüşüm de değişti. İnsanları dinine, mezhebine, partisine vs. farklılığına göre ayırmıyordum. Her türlü ayrımcılığa karşıydım, fakat bir gün ayrımcılığın kurbanı oldum.
2017 yılının yazında arkadaşlarımla Bodrum’da tatildeydim.
Normalde planladığımız vakit sona ermişti ama arkadaşlar birkaç gün daha uzatalım diye ısrar etmişlerdi. Ancak işlerimde geri kalmamak için bu teklifi reddettim ve Ankara’ya döndüm.
Bir sonraki günün akşamında dikmen vadisindeydim.
Bir büyük abim aradı, Demetevlerde Suriyeliler ile Türkler arasında bir kavganın yaşandığını, bu kavganın çok büyüdüğünü, kardeşlerimin de dışarıda olduğunu, ulaşamadığını, benim de onları aramamı söyledi.
Ben de birkaç denemeden sonra küçük kardeşime ulaştım, dışarıdaki gürültüden ötürü telefonun sesini duymamış, diğer kardeşimi de alarak eve geçmesini söyledim ve yola koyuldum.
Demetevler ikinci caddeye girdiğimde ortalık adeta savaş alanına dönmüştü, hayatımda ilk kez böyle bir sahneye şahit olmuştum, dükkanların camları kırılmış, insanlar slogan atıyor, yüzlerce polis müdahale etmeye çalışıyor, ben de arabamla zar zor ilerliyordum.
Apartmanımızın önün olay yeri şeridiyle kapatılmıştı. İlerlemeye devam edip 200 metre ilerdeki İsmail Erez İlköğretim Okulunun yanına arabamı park ettim. İndiğimde polis arabama zarar verilebileceğini, bu yüzden başka yere park etmem tavsiyesinde bulundu. Gözümün önünde olaylar cereyan ederken arabaya binip cadde cadde park edebilecek yer aradım, her yer insan kaynıyordu. Bir şekilde beşinci caddeye arabamı park ettikten sonra evime doğru yürüdüm. Mahallenin delikanlılarına durumu sorduğumda, bir komşumuzun Suriyeli bir adamla önce kavga ettiğini, kavgadan sonra da Suriyelinin silah çektiğini söylemişti. Ortada ölü veya yaralı yoktu, fakat bir kıvılcımla olaylar büyümüştü.
Balkondan olayları izlerken hem de telefonumdan twitterdaki gündemi takip ediyordum.
Polisler tarafından insanların evlerine girmesi konusunda anonslar yapılıyor, biber gazı atılıyordu. Birinci katta oturduğumuz için biber gazı evimize kadar giriyordu, kapımızı bacamızı kapatmak zorunda kalıyorduk.
Twitter’da dezenformasyon olduğu için doğru bilgiye ulaşmaları adına kısa bir video çekip aldığım bilgiyi ve de gözlememi tweet olarak paylaştım.
Kısa süre içerisinde çok ciddi bir etkileşim olmuştu.
Soruyorlardı, ölü yaralı var mı diye, yok diyordum.
Sen de vursaydın diyorlardı, şiddete karşı olduğumu, itidalden yana olduğumu söylüyordum.
Ancak atmış olduğum tweet gündem listesine girince, bunu gören şarkıcı Demet Akalın ‘Suriyelileri istemiyoruz’ diye bir heştek açmış. Bu da gündemin birinci sırasına yükselince, benim tweetin altına troller doluşmaya başlamıştı. Benim provoke ettiğimi söyleyip hedef göstermeye başlamışlardı. Ben de arkadaşlarıma böyle bir durum olduğunu söyleyince ne olur ne olmaz diyerek tweetimin silinmesini tavsiye etmişlerdi.
Ben de bunun üzerine tweetimi silmiştim.
İki gün sonra ise sabaha karşı 4 civarında uykumdan uyandırıldım.
Kapıyı çalan terörle mücadele ekipleriydi.
O güne kadar hiçbir adli vakası olmayan, gece vaktinde kamerasız bir yerde bile kırmızı ışıkta geçmeyen, kanunlara, kurallara riayet eden ben, gözaltına alınmıştım. Üstelik cep telefonum ve bilgisayarlarım da dahil olmak üzere odamdaki bütün elektronik materyallere el konulmuştu.
Daha önce hiçbir tecrübem olmadığı için ne olacağına dair bir fikrim de yoktu.
Hücreden tek farkı demir parmaklıkları olan daracık bir yere konuldum.
Bekliyordum, ama neyi beklediğimi de bilmiyorum. Saniyeler saat gibi yavaş geçiyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Ne okuyacak bir kitap ne bakacak bir telefon ne de izlenecek herhangi bir zaman akışı yoktu.
Bu şekilde geçen üç günün sonunda ilk kez bir gelişme yaşanmış ve büyük bir spor salonuna konulmuştum.
Bu defa avukatla görüşme imkânım da olmuştu.
Birkaç kelam etmişti, ben de yapılması gereken birkaç şeyden bahsetmiştim. Ardından ailemin iyi olduğumu görmesi için avukat fotoğrafımı çekmişti ve görüşme bitmişti.
Dosyada gizlilik olduğu için günlerce ailem nerede olduğumu öğrenememiş, emniyete gittiklerinde ‘alanların polis olduğuna emin misiniz’ gibi bir tepki aldıkları için daha da büyük bir telaşa kapılmışlardı.
Nihayet bu görüşmeyle birlikte bir nebze de olsa rahatlamışlardı.
Bana da moral olmuştu ama moral bozucu gelişmeler de oluyordu. Her tip insanın olduğu bu ortamda, koca koca spot lambalarının altında yarım yamalak uyuyarak günlerimi geçiriyordum.
Ohâl olduğu için gözaltı süresi bu denli uzun olabiliyordu.
O günlerde Kemal Kılıçdaroğlu adalet yürüyüşü yaptığı için Suriyeli olayını ikinci Gezi Parkı direnişi gibi bir eyleme evirilebileceği düşünülmüş. Bu sayede mesele politize olmuş ve benimle birlikte gözaltına alınan on beş yirmi kişinin tutuklanabileceğine dair dedikodular çıkmıştı.
Altıncı günümüzde polislere ifade verdikten sonra savcının karşısına çıktık, ona da ifade verdik ve gerçekten de söylenildiği gibi tutuklanmamız talep edildi.
Benim için ülkedeki adalet anlayışı o an bitmişti. Olup bitenlere aklım erdiremiyordum. Bu da yetmezmiş gibi avukatım en alt kata inip kantinden bir şeyler almaya gidince, orada annemle kardeşim avukatı bensiz gördüğü için tutuklandığımı zannetmişler, annem de fenalaşmış.
Bu toy avukat bu olayı da kalkıp bana anlatmıştı. Adeta diri diri toprağa gömülüyormuşçasına acı çekiyorken, bir de avukatın instagram’da fotoğraflar beğendiğini görünce sinirlerime hakim olamayıp çok sert bir tepki göstermiştim.
Başta polislerle aramızda iyi bir bağ oluşmuştu, bizlere son derece iyi davranıyorlardı, ancak zaman ilerledikçe durum biraz değişmişti, gerginlik olmuştu. Bütün emareler hâkimin bizi tutuklanacağına işaret ediyordu.
Hayatımın en stresli birkaç saatinden sonra nihayet hâkim karşısına çıkmıştım. Anlatacaklarımın hiçbirini anlatamadan çok kısa süre içerisinde mahkemeden çıkarıldım, keza diğerleri de aynı şekilde yalnızca adres vs. gibi bilgilerin teyidinden sonra çıkarılmışlardı.
Pencere kenarından gençlik parkına bakıyor, ‘meğer özgürlük ne kadar güzel bir şeymiş, bunu kaybetmeden anlayamamışım’ diyordum içimden. Özgür bıraksalar dünyayı yürüyerek gezebilirim diyordum.
Aldığım nefesi bile hissedemiyordum, dilim damağım kurumuştu, işim gücüm hayatım ne olacak diye düşünüyordum.
Tam bu esnada arkamdan bir sevinç çığlığı yükseldi.
Yurt dışı çıkış yasağı koyularak, adli kontrol şartıyla hepimiz serbest bırakılmıştık.
Avukatlar, polisler, hepimiz birbirimize sarılıyorduk, inanılmaz bir andı.
Gözaltına alınan insanların çoğu Türkiye’nin en önemli üniversitelerinde okuyan öğrencilerdi, suç işleyebilecek tipleri de karakterleri de yoktu. Bir tanesi tweetinde ‘yok Demetevlere atom bombası atılmış’ dediği için gözaltına alınmıştı.
Dolayısıyla değil tutuklanmak altı gündür özgürlüğümüzün elimizden alınması bile vicdana sığmazdı.
Dışarıya çıkıp gökyüzüne bakmak, güneşi görmek, ailemle kucaklaşmak, dünyalara bedeldi.
Bu süreçte verdiğim altı kiloyu zamanla tolere etsem de ruhuma derin bir iz bırakmıştı.
İçim çok doluydu, şiirler yazarak ifade ediyordum.
Aynı zamanda at yarışı kitabı yazmaya başlayarak tüm odağımı başka bir yöne çektim.
O güne kadar binden fazla altılı ganyanı tahminim isabet sağlamıştı.
Bir süre sonra kendimi tekrar eden bir döngünün içerisinde hissediyordum.
Bildiklerimi kalıcı bir şekilde başkalarına aktarmak, bu döngüyü kırmak demekti.
Aslında bu düşüncenin tohumu henüz tahminci olmadan önce ekilmişti.
O zamanlar çıkarımlarımı ne ganyan bayisindekiler ne de arkadaşlarım anlamıyordu, anlaşılamayan tezlerim de yalnızlık hissiyatı yaşatıyordu.
Bu sebeple bir gün at yarışıyla ilgili kitap yazarsam diye konuları aklımda tasniflemeye başlamıştım.
Sonrasında ise her yıl eklediğim başlıklarla kitabın taslağını oluşturmuştum.
Ancak bir türlü yazmaya koyulamıyordum, daha önce benzeri yazılmış bir kitap değildi, dolayısıyla hiçbir referans kaynağım yoktu.
Üstelik her gün farklı yarış programları oluyor, farklı şartlar altında gerçekleşiyordu.
Yeni hipodromlar açılıyor, yeni pistlerde yarışlar oluyor, hâkim olmanın mümkün olmadığı şartlarla karşı karşıya kalınıyordu.
2018 yılına gelindiğinde taşlar yerine oturmuştu, bir yarışseverin at yarışını doğruya en yakın şekilde oynayabilmesi için kılavuz mahiyetindeydi ve nihayet tamamlanmıştı.
‘At Yarışı Şans Oyunu Değil, Zekâ Oyunudur’ gibi iddialı ismiyle büyük bir boşluğu doldurmuş, yaptığım işte bana da büyük bir motivasyon katmıştı.
Zira yoğun ilgiden ötürü kitabım bir süre sonra tükenmiş, genişletilmiş ikinci baskısı çıkmıştı. Görünüşe göre geçen zamana sürekli ayak uydurabilmek için güncellenmeye devam edecekti.