Yükleniyor

Bayramın İkinci Günü

Hiç kendinizi koşu çarkında koşmaktan geri alamayan hamster hayvanları gibi hissettiniz mi?

Bayramın İkinci Günü

Hiç kendinizi koşu çarkında koşmaktan geri alamayan hamster hayvanları gibi hissettiniz mi?

Biz dışardan bakarken koşup koşup aynı yerde kaldığını izleriz, onlar ise doğası gereği hareket etmek zorunda hissettikleri için bunu yaparlar, başka da bir alternatifleri yoktur iki karışlık kafeslerinde.

Bir de onların yavrularını düşünsenize, gözlerini açtıklarından itibaren bir kafesin içerisindeler, kısıtlanmış olduklarını bile fark etmeden kendilerine biçilen hayatı yaşarlar.

Bana çok da yabancı gelmiyor bu tablo.

Gözümüzü açtığımızdan beri bizlere biçilen bir hayatı yaşıyoruz.

Bırakın insanların vermiş olduğu emeklere karşılık çok uzaklara giderek keşif yapabilecek imkanı bulmasını, yarınının kaygısıyla örülen hayali çitleri bile aşamıyor.

Haliyle o koşu çarkında koşup koşup aynı yerde kalıyor.

Derin bir düşünceyle bir kanıya varsa, bu kez de düşüncelerini ifade edemiyor.

Bedenen hapsolmamanın bedelini düşüncelerinin hapsolmasıyla ödüyor.

Evet, bir şeyler kesinlikle yanlış gidiyor.

Doğrusunu bulmak için sunulan yol de karanlık bir odada siyah kediyi aramak gibi oluyor, üstelik o odada siyah kedi de yok.

Geriye kalan tek pusula, göz ardı edilmekten unutulmaya yüz tutmuş feraset kırıntısı.

Bir düşünün; çocukluğumuzdan ne kadar uzaklaştıysak çocukluğumuzdaki yetişkinlikten de o kadar uzaklaştık.

Mesleki figürler bile aklımızda yer edinmiş karakterlere uymuyor.

Vakur olmasını beklediklerimiz cıvık, sorumluluğu olanlar bigâne.

Adalet beklentisi bile öğrenilmiş çaresizliğe mağlup olmuş.

Kimsenin derin düşünecek vakti de hali de yok, tüm anormallikler normalleşmiş.

Haritada yerini bile bilmediği bir yerde, kim bilir ne zaman yaşanmış bir trajediye karşı bile hassasiyetler tavan yaparken, kapı komşusunun aç kalışına, muhtaç oluşuna duyarsız kalmak gibi.

Kimsenin kendi gidişatını durdurmaya yönelik radikal bir eylemi yok.

Canlı canlı haşlanarak sersemleyen bir deniz canlısının tenceredeki garnitürlerle ilgilenmesi gibi.

Hayatın kendisi bayramın birinci günüydü; varsa yeni kıyafetlerimizi giymek, verirlerse harçlık almak, şeker, çikolata veya et yemek, hepsi güzeldi.

Ancak biz çok uzun zamandır bayramın ikinci gününün sabahınını yaşıyoruz; diş etlerinin şiştiğini fark ederek uyanmak gibi.

İnsan bir an gelir, ne olduğunu bile anlamadan, durup da geriye doğru düşünemeden, pişman bile olamadan, iyi ki bile diyemeden, paldır küldür gider bu diyardan.

40 yaşıma gelmişken, o koşu çarkında daha fazla koşmak istemiyorum, oradan inmenin mücadelesini veriyorum.

Bayramın birinci gününü yaşamayı ve de sesimin ulaştığı herkesin de aynı yaşama ulaşmasını istiyorum.

Depresif bir şarkının son kıtasına eklenen ümit dolu teselliler gibi olacak ama Dante’nin şu sözünü unutmamak lazım; ‘’sen doğru bildiğini söyle, bırak onlar ne derse desinler.’’

Mahalle baskısından çekinmeden, anlaşılıp anlaşılmamanın kaygısını duymadan, doğru bildiğimizi söylemeye devam edebilmek dileğiyle, başkaları anlasa da anlamasa da.